15 Nisan 2012 Pazar

Secere - 2

"Daha mutlu olamam, bu akşam" :)


Saat gece üç. Suratıma yansıyan mutluluk kendine kelimelerde yer bulsun diye bu saatte buralardayım. Minik bir burukluk da yok değil içimde.
Olsun...
Sonuçta: mutluyum...

Bir şeyler yazmak için aradığım gücü kendimde bulmaya başladım tekrar, biliyorum; şu an o kadar huzurluyum ki. Hayat, "yaz" diyor. Bunu ısrarla söylüyor. Şu an yazmakta olduğum şey anlamlı mı, anlamsız mı, bir bütünlüğü var mı?
İnan,
bilmiyorum...
Epeydir başıma gelmeyen samimi bir mutluluğu yaşıyorum; bu mutlulukla da kendimi uykuya teslim ediyorum...

He unutmadan,
neyse boşver :)   

13 Nisan 2012 Cuma

Secere - 1


 Biliyorum ki sen şu an çok güzel bir uykunun başlangıç kısmındasın. Ben ise tam tersine; bir uykusuzluğun orta noktasında bir yerlerdeyim... Sen güne tam başlarken, ben uykusuzluğumu sonlandırma telaşı işine düşeceğim, muhtemelen... Tüm bunların yanında, aklıma tek bir şey takılacak: Aynı uykuyu ya da uykusuzluğu birlikte yaşama isteği... "Bilmiyorum, ama neden olmasın" diyeceğim kendime, eminim.

 Çok çok uzatmayacağım aslında bu gecenin sözcük bağlantısını. Sadece şu var:

"Görmesen de sana yakın bir yerdeyim..."

30 Mart 2012 Cuma

Öyle ki, dostça el salla bana...


"inançlar tükeniyor
görmek istemem seni karşıdan gelirken bir adamın kolunda
gözüm dayanmaz buna
boş kollarım sızlar
bezgin aslan terbiyecisiyim
ki bana aslan istemez
gündestemi paylaşmaya
çok yandı yürek
çok itfaiyeler özleyerek
bundan kelli sevgileri üfleyerek
siz bir dinamitsiniz
ki koynumuza sokulamaz
el yakıyor gözleriniz
ya sıkıca tut elimden
ya dostça el salla
bezginim dedim aslanım
korkuyorum
insanım"

F.Ş.


Uzun zamandır konuşuyoruz seninle. Milyonlarca kelime sıraladık; pek çok şey anlattık pek çok şeye dair... Cümleler kurduk karşılıklı; gıyabımızda konuştuk bizsiz odalarda... Fütur vardı bizim hikayelerimizde; zor zamanlar yoktu üstelik; ne göğüs germeliydik türlü zorluklara ne de birbirimizi çok sevmeliydik. Kabul ediyorum beceriksiziz, elimizden geleni ardımıza komayı bile yemiyor gözlerimiz...  

Bundandır ki, belki de biz;
biz değiliz...
İkimiz de birer beniz.
Bundan sonra artık senli benliyiz...


31 Aralık 2011 Cumartesi

Yılın Son Günü

Bir yılın yine son günü... Kim bilir daha kaç tanesini yaşayacağız, kaç yılı eskiteceğiz, kaç baharı bekleyeceğiz, kaç kere daha yaşlanacağız...

"Damla damla birikiyor insan" demişti Yılmaz Güney... Yıllar da birikiyor damla damla...

Şıp - 1989
Şıp-1990
Şıp- 1991
Şıp-1992
Şıp- ...
Şıp-2011

Akıp giden zamana yenilmemenin tek çözüm yolu yılları biriktirirken, kendimize de "şıp"lar ayırmak aslında... Ne güzel özetlemiş o güzel insan...

Bol şıplı bir 2011 geçirdim, kendi adıma konuşmam gerekirse... Pek çok şey edindim; pek çok şey öğrendim; pek çok şeye güldüm; pek az şeye ağladım; çoğu beni pek de mutlu etmese de pek çok şey yaşadım; çok çok da sevdim, iyi sevdim, karşılık bulamadım üstelik... Kazandıklarım oldu, kaybettiklerim de maalesef, pek çok hem de...

Ama...

Bu seneye kızmadım; bu seneye küsmedim; bu seneye küfretmedim; sövmedim; saymadım...

Dedik ya:

"Damla damla birikiyor insan..."

Ve yine damla damla çoğalıyor içimizde bazı şeyler...

Biz akıp gidiyoruz hayata, yeni yeni yıllar karşılayarak...

2012'den hepimize bol bol "şıp" diliyorum, hepimizi damla damla biriktirecek...

19 Aralık 2011 Pazartesi

Sahne, start

 Yağmur yağıyor...

 Kalbin mantığa oynadığı oyunun ikinci perrdesi yeni açılmış. Her şey olağan seyrinde ilerliyor. Sahne pek karışık. Dekorlar yoğun; ışıklar keskin; oyuncular amatör; sayıları oldukça fazla... Sahne sırası gelmeyenler arkada. Kulis kavramı tam olarak oturtulamamış. Makyajlar da yok gibi; varsa da pek donuk, kolay kolay anlaşılmıyor. Heyecan oldukça yüksek... Sahnenin kasveti arka tarafa da sıçramış. Bu oyuna henüz dahil olmayanlar, sırasını bekleyenler, uzun süre ortada görünmeyeccek olanlar, oyunla uzaktan yakından alakası olmayanlar, izleyiciler... Hepsinde heyecan kırıntıları birikmiş... Bakışlar sertlemiş; gülüşler kırılmış; gözler büyümüş; soluklar hızlanmış; tedirginlik boy göstermiş en çıkmaz sokaklarında...

 Ben neresindeyim bu sahnenin? Sen neresindesin?

 Belki hiç gelemeyeceksin. Çıkmaz sokaklardaki tedirginliklerden sadece bir tanesisin... Üstelik ben, kim bilir bu tedirginliklerden kaç binincisiyim?.. Bir his misin? Bir düş mü? Oyuna girecek misin? Alkışların karşısına çıkıp bir selam çakabilecek misin, iki büklüm eğilerek, hınca hınç boş olan salona doğru?

 Biliyor musun, ben de o sahneye çıkmaya henüz cesaret edemedim. Kolonun arkasında kalan ve sahneyi doğru dürüst göremediği için satışa sunulmayan koltukta en beleşci ve en kaçak halimle oturuyorum... Çok da kalamayacağım. Ya bir görevli gelecek ve korkudan sahneye doğru koşacağım; ya da salonu usul usul, uyandırmadan terk edeceğim... "Kara bıyıklı, kuşku bakışlı, Erzincanlı" bekçi gelene kadar buralardayım.

 Biraz daha illegal,

 biraz daha kaçak,

 biraz daha beleşçi,

 biraz daha severek...

18 Aralık 2011 Pazar

***

Kızılok sabahına uyandım. Baş ağrısı, mide ağrısı, bel ağrısı... Tüm bu fizyolojik saçmalıkların yanında bir tanesi de var ki...

Kalp ağrısı...
                 
                   *** *** *** *** *** *** ***

Zaman geçiyor dünyanın bir yerlerinde...

Ülkeler büyüyor, küçülüyor, yıkılıyor...

Depremler oluyor, seller, yangınlar...

Felaketler...

İnsanlar ölüyor mesela,

yıldızlar kayıyor,

ay tutuluyor zaman zaman...

Güneş doğuyor hergün,

acımasızca...

Yeni bir güne uyanıyoruz milyarlarca insanla beraber...

Benzer hikayelerin peşinden koşuyoruz her gün her sabah...

Ne için?

Kim için?
                    *** *** *** *** *** *** ***
Arkamızda bıraktığımız türlü türlü hikayenin önceliklerine göre mi yaşamaktayız hayat denilen kompleks yapıyı?

Ya da önümüze çıkmasını istediğimiz, yanımızda bulunmasını dilediğimiz milyarlarca şans belirtecinin hiperaktif ayraçlarıyla mı şekillendiriyoruz dünyamızı?

Ya da istediğimiz tek bir kişi/zaman/mekan için bir şeyler deneyip de başaramıyorsak...

Mesela bazı şeyleri yapmaktan vazgeçtiğimizi bize söylemişlerse üstelik, ne de kolay ...

Vazgeçmemiz de kolay; bunu söylemek de bir o kadar...

"Eşyanın tabiatına aykırı" aslında tüm bunlar...

Yalancı düşler, falancı güçler...
                    *** *** *** *** *** *** ***

Bir şeylerden pek sonra öğrendiğim bir hikayeydin sen...

Seni anlattılar, ben dinledim...

Dinlemek zul geldi, kendim öğrenmek istedim...

Keşfetmeyi denedim.

Sonra bir şeyler oldu,

anlamadım...

Belki de anladım.

Çok da iyi anladım.

Ama...

Sonrasını çözemedim...

Bakakaldım peşinden...

"Ne gözümü alabildim, ne göze alabildim..."

16 Kasım 2011 Çarşamba

Bir-iki kelimeden çıkan yazı

Kitap - kutup,
Terör - tenor,
hatta dur bakayım; yalap şalap - yala şarap ya da şarap yala; hiç olmadı şarabı yala... Ya da boşver, şarap yalanır mı? Bir fantezin olmadığı sürece böyle bir eylem gerçekleştirilmez, iç gitsin...

Böyle başlayalım bugün. Uzun uzun boşluklardan sonra ilk defa buraya bir şeyler kodluyorum. Karalıyorum diyeceğim de çok mantıksız. Hiç yoktan bir kara kalem (tükenmez de olur) izi bulaşmalı parmağın üzerine. Öyle olsun ki karalama denilen fiil vücut bulsun... Belki sizde böyle bir hikaye gerçekleşmiyor; yani elinize bir şeyler bulaştırmadan da beyninizdeki (aptalca, manyakça, sapıkça, saçma, komik, endişeli, ciddi, yasak, az siyasi, biraz arazi, hafif farazi, yeterince sizli bizli, bir o kadar da gizli) fikirleri aktarabiliyorsunuz kağıda, duvara, masaya, oraya - buraya...

Ben o işi izsiz - mizsiz halledemiyorum (gerçi halledilecek bir iş de değil tabii ama işte uyandırmadan...). Kalemi biraz acayip tuttuğum için olabilir, belki de bu kadar boşuna sıvadım; yani sizler de fevkalade elinizi boyuyorsunuzdur belki... Neyse, zaten çok önemli bir hikaye de değil bu...

Bir iki tane kelimeyle başladım yazıya. Okuyorsun ya, soruyoyorsun tabii, "ne şimdi bu yahu?" diye. Açıklayayım...
Bunlar benimle bu ara iç içe geçen sözcükler. Yani, terör sözcüğüyle iç içe geçmem demek kendimi terörist ilan edeceğim demek değil tabii. Ya da işte, kutup yazdım diye oralara gidecek halim de yok; ama ortam ve ben bu kelimelerle iç içeyiz. 

Uzun zamandır kitap okumaya çok fazla vakit ayıramıyordum; "bir musibet bin nasihattan iyidir" mantığı ile karşı karşıya kaldım. Kendime "bu aralar boşladın oğlum, az biraz oku" şeklinde nasihatlar sıçarken, bir Yılmaz Güney filmi sonrası bilgisayarım bozuldu. Yılmaz Ağabey ile hiç tanışmadık. Malum devirler tutmuyordu; ben daha buralarda değildim; ben geldiğimde o çoktan arazinin altına geçerek arazi olanlardan biri olmuştu; hem zaten aynı ülkede de değildik; ancak tatillerde görüşebilirdik yattığı yerle... Bilgisayarımı Yılmaz Ağabey mi bozdu acaba "Oku oğlum, oku ki bir şeyler olsun" yazısının kayarak geçtiği bir ekrana seslendirme çakarak? Bilemiyorum, ama öyleyse eyvallah, pek mes'udum. Neyse, naturalizmden etkilenen yazarlar gibi böyle ayrıntılara girip de konudan uzaklaşmak istemem. İşin kitap kısmı buradan geliyor. Kutup kısmı da odamın soğukluğundan... Birkaç gündür sert bir soğuk var sadece bana ait olan dört duvar arasındaki boşlukta... Şu var ki sözcük olarak birbirlerine çok benzerken, yan yana gelince pek de bir anlamı olmayan iki kelimenin aynı çerçevede (odam bir çerçeveyi andırıyor) birleşmesi nadir görünen bir hikayeymiş gibi geliyor bana... "Kutupları kitaplardan öğrenmek" ya da "kutuplarda kitap okumak" gibi hikayeleri bunun dışında tutuyorum.

Terör ve tenor eşleşmesi de çok acayip. Ölüm gurubu derler ya futbolda, öyle bir şey. İçimdeki terörü bastırmak için bazı seslere başvuruyorum, aslında kulak veriyorum dersem daha bir mantıklı. Alt tarafı müzik çünkü... İçimdeki terör biraz farklı medyada işlenenlerden. Hoş, medyanın yaptığı aslında işlediği haberlerden daha çok andırıyor terörü ama o noktaya bugün değinmeyeceğim. İçimde kurduğum terörle mücadele timine ben tenorle mücadele diyorum... Dinlediğim şarkılar mücadele ediyor çünkü biraz da, yani bir çeşit destek birimi oluveriyorlar tenorler bu gibi durumlarda. Bir şeyler yanıyor içerilerde, bir şeyler canlı canlı patlıyor... Sonra, başka bir şeyler olaya el koyuyorlar; bu davaya başkaları bakıyor... Falan filan... Ben geçmişe atıfta bulunurken, geçmiş bana çalım atıyor; ayağıma durduk yere çelme takıyor, vs vs.

Bir hikaye daha var; Brecht'in "zaaflar" dediği dizelerden... Hani der ya: "senin hiç yoktu, benimse vardı bir tane..." diye. İşte ondan...

Bu zaaf kısmından da yalap - şalap bir yazısının, şarap içilen bir gecenin ardından neden yazıldığı açıklanmış oluyor herhalde...