31 Aralık 2011 Cumartesi

Yılın Son Günü

Bir yılın yine son günü... Kim bilir daha kaç tanesini yaşayacağız, kaç yılı eskiteceğiz, kaç baharı bekleyeceğiz, kaç kere daha yaşlanacağız...

"Damla damla birikiyor insan" demişti Yılmaz Güney... Yıllar da birikiyor damla damla...

Şıp - 1989
Şıp-1990
Şıp- 1991
Şıp-1992
Şıp- ...
Şıp-2011

Akıp giden zamana yenilmemenin tek çözüm yolu yılları biriktirirken, kendimize de "şıp"lar ayırmak aslında... Ne güzel özetlemiş o güzel insan...

Bol şıplı bir 2011 geçirdim, kendi adıma konuşmam gerekirse... Pek çok şey edindim; pek çok şey öğrendim; pek çok şeye güldüm; pek az şeye ağladım; çoğu beni pek de mutlu etmese de pek çok şey yaşadım; çok çok da sevdim, iyi sevdim, karşılık bulamadım üstelik... Kazandıklarım oldu, kaybettiklerim de maalesef, pek çok hem de...

Ama...

Bu seneye kızmadım; bu seneye küsmedim; bu seneye küfretmedim; sövmedim; saymadım...

Dedik ya:

"Damla damla birikiyor insan..."

Ve yine damla damla çoğalıyor içimizde bazı şeyler...

Biz akıp gidiyoruz hayata, yeni yeni yıllar karşılayarak...

2012'den hepimize bol bol "şıp" diliyorum, hepimizi damla damla biriktirecek...

19 Aralık 2011 Pazartesi

Sahne, start

 Yağmur yağıyor...

 Kalbin mantığa oynadığı oyunun ikinci perrdesi yeni açılmış. Her şey olağan seyrinde ilerliyor. Sahne pek karışık. Dekorlar yoğun; ışıklar keskin; oyuncular amatör; sayıları oldukça fazla... Sahne sırası gelmeyenler arkada. Kulis kavramı tam olarak oturtulamamış. Makyajlar da yok gibi; varsa da pek donuk, kolay kolay anlaşılmıyor. Heyecan oldukça yüksek... Sahnenin kasveti arka tarafa da sıçramış. Bu oyuna henüz dahil olmayanlar, sırasını bekleyenler, uzun süre ortada görünmeyeccek olanlar, oyunla uzaktan yakından alakası olmayanlar, izleyiciler... Hepsinde heyecan kırıntıları birikmiş... Bakışlar sertlemiş; gülüşler kırılmış; gözler büyümüş; soluklar hızlanmış; tedirginlik boy göstermiş en çıkmaz sokaklarında...

 Ben neresindeyim bu sahnenin? Sen neresindesin?

 Belki hiç gelemeyeceksin. Çıkmaz sokaklardaki tedirginliklerden sadece bir tanesisin... Üstelik ben, kim bilir bu tedirginliklerden kaç binincisiyim?.. Bir his misin? Bir düş mü? Oyuna girecek misin? Alkışların karşısına çıkıp bir selam çakabilecek misin, iki büklüm eğilerek, hınca hınç boş olan salona doğru?

 Biliyor musun, ben de o sahneye çıkmaya henüz cesaret edemedim. Kolonun arkasında kalan ve sahneyi doğru dürüst göremediği için satışa sunulmayan koltukta en beleşci ve en kaçak halimle oturuyorum... Çok da kalamayacağım. Ya bir görevli gelecek ve korkudan sahneye doğru koşacağım; ya da salonu usul usul, uyandırmadan terk edeceğim... "Kara bıyıklı, kuşku bakışlı, Erzincanlı" bekçi gelene kadar buralardayım.

 Biraz daha illegal,

 biraz daha kaçak,

 biraz daha beleşçi,

 biraz daha severek...

18 Aralık 2011 Pazar

***

Kızılok sabahına uyandım. Baş ağrısı, mide ağrısı, bel ağrısı... Tüm bu fizyolojik saçmalıkların yanında bir tanesi de var ki...

Kalp ağrısı...
                 
                   *** *** *** *** *** *** ***

Zaman geçiyor dünyanın bir yerlerinde...

Ülkeler büyüyor, küçülüyor, yıkılıyor...

Depremler oluyor, seller, yangınlar...

Felaketler...

İnsanlar ölüyor mesela,

yıldızlar kayıyor,

ay tutuluyor zaman zaman...

Güneş doğuyor hergün,

acımasızca...

Yeni bir güne uyanıyoruz milyarlarca insanla beraber...

Benzer hikayelerin peşinden koşuyoruz her gün her sabah...

Ne için?

Kim için?
                    *** *** *** *** *** *** ***
Arkamızda bıraktığımız türlü türlü hikayenin önceliklerine göre mi yaşamaktayız hayat denilen kompleks yapıyı?

Ya da önümüze çıkmasını istediğimiz, yanımızda bulunmasını dilediğimiz milyarlarca şans belirtecinin hiperaktif ayraçlarıyla mı şekillendiriyoruz dünyamızı?

Ya da istediğimiz tek bir kişi/zaman/mekan için bir şeyler deneyip de başaramıyorsak...

Mesela bazı şeyleri yapmaktan vazgeçtiğimizi bize söylemişlerse üstelik, ne de kolay ...

Vazgeçmemiz de kolay; bunu söylemek de bir o kadar...

"Eşyanın tabiatına aykırı" aslında tüm bunlar...

Yalancı düşler, falancı güçler...
                    *** *** *** *** *** *** ***

Bir şeylerden pek sonra öğrendiğim bir hikayeydin sen...

Seni anlattılar, ben dinledim...

Dinlemek zul geldi, kendim öğrenmek istedim...

Keşfetmeyi denedim.

Sonra bir şeyler oldu,

anlamadım...

Belki de anladım.

Çok da iyi anladım.

Ama...

Sonrasını çözemedim...

Bakakaldım peşinden...

"Ne gözümü alabildim, ne göze alabildim..."

16 Kasım 2011 Çarşamba

Bir-iki kelimeden çıkan yazı

Kitap - kutup,
Terör - tenor,
hatta dur bakayım; yalap şalap - yala şarap ya da şarap yala; hiç olmadı şarabı yala... Ya da boşver, şarap yalanır mı? Bir fantezin olmadığı sürece böyle bir eylem gerçekleştirilmez, iç gitsin...

Böyle başlayalım bugün. Uzun uzun boşluklardan sonra ilk defa buraya bir şeyler kodluyorum. Karalıyorum diyeceğim de çok mantıksız. Hiç yoktan bir kara kalem (tükenmez de olur) izi bulaşmalı parmağın üzerine. Öyle olsun ki karalama denilen fiil vücut bulsun... Belki sizde böyle bir hikaye gerçekleşmiyor; yani elinize bir şeyler bulaştırmadan da beyninizdeki (aptalca, manyakça, sapıkça, saçma, komik, endişeli, ciddi, yasak, az siyasi, biraz arazi, hafif farazi, yeterince sizli bizli, bir o kadar da gizli) fikirleri aktarabiliyorsunuz kağıda, duvara, masaya, oraya - buraya...

Ben o işi izsiz - mizsiz halledemiyorum (gerçi halledilecek bir iş de değil tabii ama işte uyandırmadan...). Kalemi biraz acayip tuttuğum için olabilir, belki de bu kadar boşuna sıvadım; yani sizler de fevkalade elinizi boyuyorsunuzdur belki... Neyse, zaten çok önemli bir hikaye de değil bu...

Bir iki tane kelimeyle başladım yazıya. Okuyorsun ya, soruyoyorsun tabii, "ne şimdi bu yahu?" diye. Açıklayayım...
Bunlar benimle bu ara iç içe geçen sözcükler. Yani, terör sözcüğüyle iç içe geçmem demek kendimi terörist ilan edeceğim demek değil tabii. Ya da işte, kutup yazdım diye oralara gidecek halim de yok; ama ortam ve ben bu kelimelerle iç içeyiz. 

Uzun zamandır kitap okumaya çok fazla vakit ayıramıyordum; "bir musibet bin nasihattan iyidir" mantığı ile karşı karşıya kaldım. Kendime "bu aralar boşladın oğlum, az biraz oku" şeklinde nasihatlar sıçarken, bir Yılmaz Güney filmi sonrası bilgisayarım bozuldu. Yılmaz Ağabey ile hiç tanışmadık. Malum devirler tutmuyordu; ben daha buralarda değildim; ben geldiğimde o çoktan arazinin altına geçerek arazi olanlardan biri olmuştu; hem zaten aynı ülkede de değildik; ancak tatillerde görüşebilirdik yattığı yerle... Bilgisayarımı Yılmaz Ağabey mi bozdu acaba "Oku oğlum, oku ki bir şeyler olsun" yazısının kayarak geçtiği bir ekrana seslendirme çakarak? Bilemiyorum, ama öyleyse eyvallah, pek mes'udum. Neyse, naturalizmden etkilenen yazarlar gibi böyle ayrıntılara girip de konudan uzaklaşmak istemem. İşin kitap kısmı buradan geliyor. Kutup kısmı da odamın soğukluğundan... Birkaç gündür sert bir soğuk var sadece bana ait olan dört duvar arasındaki boşlukta... Şu var ki sözcük olarak birbirlerine çok benzerken, yan yana gelince pek de bir anlamı olmayan iki kelimenin aynı çerçevede (odam bir çerçeveyi andırıyor) birleşmesi nadir görünen bir hikayeymiş gibi geliyor bana... "Kutupları kitaplardan öğrenmek" ya da "kutuplarda kitap okumak" gibi hikayeleri bunun dışında tutuyorum.

Terör ve tenor eşleşmesi de çok acayip. Ölüm gurubu derler ya futbolda, öyle bir şey. İçimdeki terörü bastırmak için bazı seslere başvuruyorum, aslında kulak veriyorum dersem daha bir mantıklı. Alt tarafı müzik çünkü... İçimdeki terör biraz farklı medyada işlenenlerden. Hoş, medyanın yaptığı aslında işlediği haberlerden daha çok andırıyor terörü ama o noktaya bugün değinmeyeceğim. İçimde kurduğum terörle mücadele timine ben tenorle mücadele diyorum... Dinlediğim şarkılar mücadele ediyor çünkü biraz da, yani bir çeşit destek birimi oluveriyorlar tenorler bu gibi durumlarda. Bir şeyler yanıyor içerilerde, bir şeyler canlı canlı patlıyor... Sonra, başka bir şeyler olaya el koyuyorlar; bu davaya başkaları bakıyor... Falan filan... Ben geçmişe atıfta bulunurken, geçmiş bana çalım atıyor; ayağıma durduk yere çelme takıyor, vs vs.

Bir hikaye daha var; Brecht'in "zaaflar" dediği dizelerden... Hani der ya: "senin hiç yoktu, benimse vardı bir tane..." diye. İşte ondan...

Bu zaaf kısmından da yalap - şalap bir yazısının, şarap içilen bir gecenin ardından neden yazıldığı açıklanmış oluyor herhalde...

7 Ekim 2011 Cuma

Dostlarıma;

Bunları neden bugün klavyeye aldığımı bilmiyorum. Belki dün de olabilirdi yani, o açıdan; yoksa tabii ki neden yazmakta olduğum konusu tamamen net (kafamda).

Yaş olmuş xx, hakkaten hesaplarken çok zorlanıyorum. Şu, gün alma meseleleri; efendime söyleyeyim yılı bitirince mi yaş sayılır, yoksa yıla girince mi hikayeleri beni gerçekten yaşımın ne olduğu konusunda bir saptama yapmaya üşendiriyor. Ama şunu biliyorum: 1989'da doğdum ve yıl 2011...

Yıllar yıllar önceki dün benim doğduğum gündü.

  Beni tam olarak nereye getirdiklerini bilmediğim annem ve babam çok mutlu olmuş olacaklar ki dün beni pek mutlu -mesut bir şekilde aradılar. Sağ olsunlar... Onların desteği ile uzun uzun yollar kat ettim, bunu asla yadsıyamam. Bulunduğum noktada (ki tam olarak ben de hangi noktada olduğumu bilemesem de) olmama yardımcı olan yegane insanlardır kendileri. Muhtemelen bana kattıkları en büyük değer iyi insanları seçip arkadaşlık - dostluk kurabilmemdi. O insanlar için ayrı bir fasıl açmak gereklidir herhalde...

Az çok tanıyorsunuz beni; ya da tanıma eğilimindesiniz. Dostlarıma - arkadaşlarıma değer veririm, onlar benim için önemlidirler. Üstünü çizdiğim pek çok da insan vardır; hiç unutmam en yakınlarımdan biri olan Levent (okuyorsan sana ayrıca selamlar), bir gün bana "çok çabuk adam siliyorsun" deyip de kızmıştı. Ne yapayım, ben de böyleyim işte... Bu kadar sene boyunca beraber yürüyebildiğimiz insanlar oldu, öncelikle onlara çok teşekkür etmek istiyorum. Onlar zaten kendilerini biliyorlar. Eski dostların yeri hep ayrıdır; hele ki daha da uzun zamanlar varsa, beraber eskitilecek...

Şimdilerde söyleyemesem de yıllar sonra "eski dostlarım" diyebileceğim pek çok insan var, yakın geçmişime tanıklık eden. (Bir üstad tanıyorum, "senin geçmişini si.eyim, ne geçmişin var lan senin" diyecek. Bugünlük böyle olsun diyelim sevgi ve saygılar yollayarak...) O insanlara da ayrı ayrı teşekkürlerimi iletmek istiyorum. İyi ki varlar, iyi ki tanışmışız, ve kuvvetle muhtemel iyi ki bundan sonra da beraber yola devam edeceğiz.

Teşekkür faslına böyle alışılmış cümlelerle nokta koyup asıl meseleye geçiyorum.

Bir yaş daha yaşlanmanın bana verdiği medeni cesaretle, sizlere birkaç ukalaca söz sarf edeceğim izninizle...

Paulo Coelho'nun bir sözü vardır: "Bugün cesaret edemediğin için yapamadığın şeyleri, Yarın zamanın olmadığı
için yapamayabilirsin"  der üstad. Bu söze dikkat ediniz; sizden ricamdır bu. Her yeni yaş bize yeni şeyler
öğretiyor geyiklerine gerçekten inanmaya başladığım bir evreye girdim. Yaşlı dede ayaklarına yatmadan bunu söyleyerek sağa sola, okyanus ötesine mesaj fırlatmak istedim sadece, bunu buradan paylaşarak. Bir de gerçekten önemli bir olay var: Bir şarkı geliyor aklıma, aslında bu aralar çok sardığım bir şarkı: "These are the days of our lives". Orada Mercury şöyle der, bilenler bilir (BNL'ye ayrıca selamlar) : 


"Those were the days of our lives
 The bad things in life were so few
 Those days are all gone now but one thing is true"

İşte o doğru olan tek şeyi, ileride bugünlere bakarak söylemek bizlere düşecek yıllar yıllar sonra. Orayı iyi doldurmaya bakın derim...

En içten tavsiyelerimle ve hepinize teker teker teşekkür ederek,

 Sevgiler,

Eren.



not: Paul Rodgers'dan aldım çünkü ...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Başlıksız olsa ya ?

Bilmiyorum bugün neden buralarda gezindiğimi. Oysa ki uzun zamandır uğramamıştım bu taraflara. Dur bi' dakka, buldum galiba nedenini:

- Naber baba nassın?
- Ne olsun, aynı bok; sende ne var ne yok?
- Bilindik. Bi' halt yok.
- İşler yolunda mı?
- Değil, sende?
- Ee.
-Ne bok yesek?
- Si.tir et, kurcalama.
- Nasıl ya? Nasıl kurcalama?
- Uyduruk hayatını uydurduğun gibi yaşa oğlum işte. Kendini dünyaya uydur.
- İyi diyorsun da... Neyse.
- Si.tir git odana.
- Tamam.
 He bi' de; düşen bir yaprak görürsek neyi hatırlamalıyız?
- Bak hala konuşuyor!
- İyi bee...


Aynadaki ben, bendeki aynaya karşı idi az evvel.

13 Mayıs 2011 Cuma

Esas Olmayan Oğlanın Öyküsü

Zamanın birinde , ülkenin tekinde , bir yolun başında , bir sayfanın sonunda , şişenin dibinde , gözün ucunda , ... bir çocuk yaşarmış ... Uzun uzadıya konuşmaz , afili sözcükler kullanmazmış bu vatandaş . Bazı değerleri varmış ; bana dokunmayan yılan bilmem kaç yüzyıl yaşasınlardan fersah fersah öteye geçebilen ...Bu çocuk değerleri uğruna çok insanla ters düşmüş ; en sevdiklerinden uzaklaşmış ; bir gün pişman olacağını bile bile ...

Gel zaman git zaman , çocuk inadı problemlerin üstesinden gelmeyi başarmış bizim oğlanın . Serde delikanlılık var ya , geriye doğru atmadığı her adım onu katılaştırmış , taşlaştırmış ... Yıllar yıllar geçmiş , bizim taş oğlan bir şeyler hissetmiş sol tarafında . Orada bir şeyler çırpınmaya başlamış . Bazen karşı koyamaz bir duruma gelmiş olsa da susmuş , duymamış kalp denilen haltın ne demeye çalıştığını . Derken bir gün , artık bazı şeylerin itiraf edilmesinin gerekliliği aklına gelmiş çocuğun . İşte o gün , bugünmüş ...

Aramızda yüz yıllık zaman ,yüz yıllık yol olsa da ...